Osmanlı Padişahları
Osmanlı Padişahları: Osmanlı hükümdarlık telakkisi şüphesiz esas itibariyle İslâmî anlayışa dayanmakla birlikte eski Türk-Oğuz töresinden de önemli ölçüde etkilenmiştir.
Hâkimiyet anlayışının “elest bezmi” nazariyesi ile açıklanması yani insanların Allah’a mutlak onun dışındakilere şartlı olarak itaat etmeleri gerektiği telakkisi ve böylece iktidarın kaynağı konusu İslâmiyet’te önemle üzerinde durulan husus olmuştur. Ayrıca hükümdarlar iktidarın Allah tarafından kendilerine verildiğini kabul ederken, hukukçular ise iktidarın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan halka ait olduğunu, halkın, başta adalet olmak üzere belirli şartlara uymak kaydıyla bir hükümdara biat ile havale ettiğini, şartların ihlâli durumunda hal’ederek iktidarı o kimseden alıp bir başkasına verdiklerini ifade etmişlerdir.
Biat ümmet iradesinin padişaha havalesi (tevliyeti) olup, adalete riayet etmeyen padişahtan bu tevliyet geri alınmıştır. Osmanlı padişahları bu konuda çok daha mutedil yol benimsemişler ve bunu da cülus münasebetiyle çıkardıkları fermanda “Allah’ın lutfuyla kendilerine saltanat müyesser olduğunu” ifade ile orta yolu bulmuşlardır.
Osmanlı Padişahlarının Soyu
Osmanlı hanedanı Oğuz boyundan Kayılar’a mensuptu. Sikkeler üzerinde Kayı damgasının bulunması bu konuda bariz bir delildir. İlk Osmanlı kaynaklarında da bu konuya temas edümiştir. Oşmanlılar’ın Oğuz geleneğine sahip çıkmaları bir fantazi veya bir şovenizmden değil gerçekçi bir yaklaşımdan kaynaklanıyordu. Osmanlılar özellikle Türk boyları ve devletleriyle ihtilâfa düştüklerinde kendilerinin Oğuz soyundan gelen hakiki Türk oldukları konusu sistemli bir şekilde işlenmiştir. Bunun en tipik örneği Timur işkâli, ve Fetret devrinde görülmektedir.
Osmanlı Hanedanlık Alametleri
Osmanlı hanedanının teessüsünde Türk beyleri, akıncı gaziler, ulemâ ve tasavvuf erbabının önemli rolleri olduğu, bunların ortak çabası ile Osmanlı Beyliği’nin güçlendiği, Timur badiresini kısa zamanda aştığı söylenebilir. Başta Osman Gazi olmak üzere ilk Osmanlı sultanlarının şahsiyetleri etrafında oluşan menkıbelerin gerçek olup olmamaları bir tarafa, bu menkıbelerin toplumda benimsenmesi ve yazılı kaynaklara geçmesi bu dönemin önemli bir özelliğidir.
Uç beyi olan Osman Bey’e hâkimiyet sembolü olan bayrak ve davul (tabl u âlem) Selçuklu sultanı tarafından verilmiş, bağımsızlığın diğer iki alâmeti olan kendi adına hutbe okutma ve sikke darbı ise yine Osman Bey tarafından gerçekleştirilmiş, ancak bunların kesin tarihi konusunda ihtilâf ortaya çıkmıştır. XVI. yüzyıla ait Hadîdî Tarihi’nde bulunan “Buyurdu akçeye sikke kazalar/ Ki Osman bin Ertuğrul yazalar” beytinden başka Osman Gazi’ye ait paranın bulunması bu konuda kesin bir delil olmuştur.
II. Mehmed dönemi Osmanlı saltanat ve padişahlık anlayışında bir dönüm noktası oldu. Fâtih bir taraftan kendi adıyla anılan kanunnâmesine koyduğu hükümler, diğer taraftan kendi zamanındaki uygulama ile mutlak bir hükümdar tipini meydana getirmiştir. Başlangıçta örfî nitelikli ve gelenek ağırlıklı hükümdarlık anlayışının giderek şer’î ağırlık kazandığı gözlenmektedir.
Osmanlı Padişahlarının Ünvanları
Padişahların kullandıkları unvanlar, bunların kullanıldığı yerler Osmanlı hâkimiyet anlayışı açısından önemlidir. Halil İnalcık bunları şer’î ve örfî unvanlar olarak iki kısımda değerlendirmekte ve resmî belgelerde bunların dikkatli ve itina ile kullanıldığını belirtmektedir. Bunlar bey, han, hakan, hüdâvendigâr, gazi, kayzer, sultan, emir, halife, padişah gibi unvanlardır. Sultan Kur’an ve hadiste sık geçen, Osmanlı hükümdarları tarafından en çok kullanılan İslâmî nitelikli bir unvandır.
Osmanlı’da Hilafet ve Saltanat
Halife unvanı ise en çok üzerinde durulan ve tartışılanı olmuştur. İlk padişahlar tarafından da kullanıldığı bilinen bu unvanın resmen Osmanlılar’a geçmesi Yavuz’un 1517 Mısır seferinden sonra olmuş hilâfet müessesesi o tarihten itibaren zaman zaman padişahlar tarafından kullanılmış, etkili bir şekilde ön plana çıkması ise XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren ve bilhassa II. Abdülhamid döneminde olmuştur. Abdülhamid hilâfet kurumunu en etkili kullanan Osmanlı padişahıdır.
Panislâmizm ile hilâfeti birbirinden ayırmış, birincisini, imparatorluğu aşan dünya müslümanları şümulüne alan, kontrolü ve gerçekleştirilmesi çok zor bir kavram olarak düşündüğünden ihtiyatla kullanırken hilâfeti diplomasisinin temel kozlarından biri yapmış, bilhassa dışarıda etkili bir şekilde kullanmıştır. Abdülhamid’in hilâfet kurumunu büyük devletlere özellikle İngiltere’ye karşı kullanmasının bir blöf olduğunu ileri sürenlerin bu siyasî müessesenin niteliğini kavrayamadıkları şüphesizdir. XVIII-XIX. yüzyıl hukukî metinlerinde hilâfet kurumuna özellikle yer verilmiştir.
Osmanlı’da Merasimler
Osmanlılar’da saltanatın intikalinde yerleşmiş bazı merasimler önemli yer tutmaktadır. Bunların başında biat, cülus ve kılıç kuşanma merasimleri gelmektedir. Saltanatın intikali başlangıçtan 1617 tarihine kadar ilk on dört padişahta “amûd-ı nesebi” denilen babadan oğula geçmek şeklinde olmuştur. Eski Türkler’deki devletin hanedanın ortak mülkü olma telakkisi Osmanlılar’da özellikle Fâtih döneminde değişik bir anlayışa bürünmüş, Fâtih Kanunnâmesi’nde, üzerinde çok tartışılan “Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem için kati etmek münasibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil dalar” hükmü saltanatın babadan oğula intikaline kolaylık sağlamıştır.
1617’de I.Ahmed’in ölümü üzerine ulemâ, bazı saray halkı ve asker ağalarının sebebi tam anlaşılmayan tavrı ile “ekberiyet” usulü benimsenmiş ve saltanat ve hilâfet için zihnî engeli bulunan I.Mustafa tahta çıkarılmıştır. Daha sonraki dönemde bir iki istisna dışında “ekberiyet ve erşediyet” usulü iyice yerleşmiş ve hanedanın en yaşlı erkek üyesi padişah olmuştur. Osmanlı padişahları cülusları münasebetiyle çıkardıkları fermanda Allah’ın lutfu ile “bi’l-irs ve’l-istihkak” saltanatın kendilerine müyesser olduğunu ifadeye dikkat etmişlerdir.
Padişahların emir ve iradelerini hatt-ı hümâyun, biti, ferman, berat, irade ahidnâme, emannâme gibi belgelerle ifade ettikleri, bunlardan hatt-ı hümâyunun bizzat padişahın kendi el yazısı olduğu, diğerlerinin onun adına Dîvân-ı Hümâyun’dan çıktığı bilinmektedir.
Osmanlı padişahlarının cuma selâmlığı saltanat merasimi ve halk-hükümdar münasebetleri açısından önemli bir âdettir. Düzenli olarak belirli gün, belirli saat ve belirli camilerde halka açık ifa edilen bu merasim müslim-gayrimüslim ve hatta yabancı tebaa da dâhil herkesin padişahı görmesi ve şikâyetlerini ulaştırması imkânını sağlamıştır.

Resim: Osmanlı Padişahlarından Yıldırım Bayezid Han, Seyyid Lokman, Kıyafetnâme, Ali Emiri 1216.
Padişahların kıyafet değiştirerek halk arasında dolaşıp kamuoyunu yoklamaları (tebdil gezmeleri), günlük hayatları, yemekleri, İstanbul ve civarında çeşitli gezintileri saltanat kurumu açısından önemli hususlardır.
Padişahların Yetki ve Sorumlulukları:
Padişahların yetki ve sorumluluklarına ait kapsamlı ilk bilgi Fatih Kanunnamesi’nde yer almaktadır. Fâtih Kanunnâmesi’ndeki “Ve tuğrâ-yı şerifim ile ahkâm buyurulmak üç canibe mufavvazdır. Umûr-ı âleme müteallik ahkâm umuma veziriazam buyruldusu ile yazıla. Ve malıma müteallik olan ahkâmı defterdarlarım buyruldusu ile yazalar. Ve şer’-i şerif üzere deavî hükmünü kazaskerlerim buyruldusu ile yazalar” ifadesi bütün dünyevî ve dinî idarenin padişah adına yapıldığını açıkça ifade etmektedir. Buna dayanılarak padişahın, dünyevî yetkilerinin idaresinde sadrazamları, dinî yetkilerinin idaresinde ise önceleri kazaskerleri, daha sonra şeyhülislâmları vekil tayin ettiği söylenebilir. Nitekim bu iki makama yapılacak tayin ve azillerde padişahın mutlak salâhiyeti olduğu bilinmektedir. Alınan her türlü karar Divan toplantıları sonunda arz yoluyla onun tasdikine sunulması da padişahın nihaî karar mercii olduğunu teyit etmektedir-. Ancak mutlak yetkilere sahip olduğu sanılan Osmanlı padişahlarınıkısıtlayan çeşitli unsurların mevcudiyetini belirtmek gerekir.
Yavuz, Kanunî gibi en güçlü Osmanlı padişahları bile iktidarlarının sınırlı oluşunu çeşitli’ hadiselerde görmüşlerdir. Bu kısıtlamaların başında şer’î hukuk kaideleri gelmektedir. Ebussuûd Efendi devlet idaresi ile ilgili olarak verdiği bazı fetvalarında “Nâ meşru’ nesneye emr-i sultanî olmaz” cümlesi ile bunu ifade etmiştir. Yerleşmiş örfî kaideler olan kanûn-ı kadîmin de hükümdarların icraatında kısıtlayıcı bir unsur olduğu görülmektedir. Diğer taraftan yerleşmiş saray âdabı ve toplum baskısı da özellikle günlük hayatta padişahların birçok isteklerinin yerine getirilmesine engel teşkil etmiştir.
Padişahların Gelirleri:
Padişahların çok çeşitli kaynaklardan yekünü büyük miktarlara ulaşan gelirleri vardı, bunlar iç hazine de denilen Enderun Hazinesi’nin bünyesinde bulunan Ceyb-i Hümayun Hazinesi’nde toplanırdı. Bu gelirlerin başlıcaları malikâne ve hasların gelirleri, has bahçeler, baltalık, çayırlık ve ormanlık gelirleri, 1587 yılına kadar 500.000 iken bu tarihten sonra 600.000 altın olan Mısır irsaliyesi; Eflak, Boğdan, Dubrovnik, Erdel’den gelen gelirler, ganimetlerden padişahın hissesine düşen kısım, devlet erkânının her yıl takdim ettikleri hediyeler şeklinde saymak mümkündür.
Padişahların başta İstanbul olmak üzere devletin pek çok yerinde “evkaf-ı selâtin” ortak adıyla anılan büyük külliyeler tesis ettikleri, buralara arazi ve han, hamam, dükkân, ev, çarşı gibi çok zengin kaynaklar tahsis ettikleri görülmektedir. Bu büyük imaretlerin zevâid-i evkaf adıyla bilinen gelir fazlasından çeşitli zümrelere gelirler bağlandığı muhasebe defterlerinden anlaşılmaktadır.
Osmanlı tahtına çıkmış olan otuz altı padişahın her birinin şahsiyetleri, tahta çıkış ve tahtı boşaltma şekilleri, icraatları, devlet ricali ile münasebetleri, saray ve harem hayatı Osmanlı saltanat müessesesine olumlu ve olumsuz yönüyle yeni boyutlar kazandırmıştır.
Osmanlı Devletince Kullanılan Saraylar
İznik ve Bursa’nın Osmanlı Beyliği’nin merkezi olduğu dönemlerde buradaki saraylar hakkında etraflı bilgi bulunmamaktadır. Bursa sarayının iç kalede olduğu, Fâtih zamanına kadar kullanıldığı ve daha sonra ihmal edildiği bilinmektedir.
Edirne’de ise Eski ve Yeni olmak üzere iki saray bulunmakta idi. Eski Saray I.Murad tarafından Sultan Selim Camii civarında Kavak Meydanı’nda yapılmıştır. Daha sonra genişletilerek divanhane, çeşitli odalar ve koğuşlardan oluşan bu saraydaki teşkilât ve Bostancı Ocağı muhafaza edilmiş ve burası Kanunî devrinde iç oğlanlarının ikametine tahsis edilmiştir. Edirne Yeni Sarayı’nı II. Mehmed, Tunca nehri kenarında babası II. Murad’ın yaptırdığı köşkü de içine alacak şekilde inşa ettirmiştir. Burası İstanbul’un fethinden sonra da Osmanlı padişahları tarafından Edirne’de bulundukları sırada uzun ve kısa sürelerle sarây-ı âmire olarak kullanılmıştır. Nitekim IV. Mehmed saltanatının önemli bir kısmını burada geçii’miş, II. Ahmed, II. Mustafa ve III. Ahmed Edirne’de tahta cülus etmişlerdir. Çok çeşitli birimlerden oluşan bu sarayın Bâb-ı Hümâyun adlı kapısı ve bunun yanında yer alan Kasr-ı Adli adlı adalet kulesi meşhurdur.
İstanbul’da ise Edirne’de olduğu gibi Eski ve Yeni Saray adıyla iki saray bulunmaktadır. Sarây-ı Atîk-i Amire bugün İstanbul Üniversitesi merkez binalarının ve Süleymaniye Camii’nin bulunduğu yerde Fâtih tarafından fethi müteakip 1454 tarihinde yaptırılmış, kısa süre burası devlet merkezi olarak kullanıldıktan sonra Topkapı Sarayı‘nın inşasına başlanmıştır. Saltanat değişikliklerinde tahttan ayrılan padişahınsaray halkı, validesi, kadın ve kızları Eski Saray’a nakledilirdi. Burada hizmet gören geniş bir görevli kadrosu vardı, padişahların bayramın üçüncü günü Eski Saray sakinleri ile bayramlaşması gelenek idi.
Osmanlı padişahlarına dört asra yakın hizmet veren Topkapı Sarayı esas itibariyle Bîrun, Enderun ve Harem olmak üzere başlıca üç teşkilâttan oluşmaktaydı ve saray’ın nizâmı, mekânları bu teşkilâta uygun şekilde ayarlanmıştı.
Fâtih Sultan Mehmed tarafından inşasına başlanılan ve XIX. yüzyıl ortalarında Dolmabahçe Sarayı’na taşınıncaya kadar Osmanlı padişahlarının resmî ikametgâhları olan bu devlet sarayına hemen her Osmanlı padişahı bir ilâvede bulunmuş veya tadilât yapmıştır. Tamamıyla Avrupa üslûbunda inşa edilen Mecidiye Köşkü sarayda yapılan son binadır. Topkapı Sarayı 3 Nisan 1924 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile müze hâline getirilerek ziyarete açılmıştır. XIX. yüzyılın ortalarında Cumhuriyet’e kadar Dolmabahçe Sarayı resmî saray görevini üstlenmiştir. Bilindiği üzere Sultan II. Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı resmî padişah sarayı olarak kullanılmıştır.
Osmanlı Padişahları
Copyright (Telif Hakkı): Roşca Dumitru

Kaynak: Prof. Dr. Arzu Terzi